İklim Kanunu: Bir Çevre Meselesi Değil, Hak ve Özgürlükler Meselesidir!

946

Türkiye Barolar Birliği Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu olarak, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde gündeme gelen İklim Kanunu Teklifi’nin çevre politikalarının ötesinde, doğrudan temel hak ve özgürlüklerimize yönelik etkilerini değerlendirme zorunluluğunu hissediyoruz. İklim Kanunu, yalnızca karbon emisyonlarını düzenleyen teknik bir çerçeve değil; sosyal, ekonomik ve siyasal haklarımızı şekillendirecek bir paradigma değişikliğini içinde barındırıyor. Kanunun amacını düzenleyen 1. Maddesi ile iklim değişikliği ile mücadelenin yeşil büyüme ve net sıfır emisyon hedefleri doğrultusunda yürütüleceği söylenmiştir.

Ekolojik krizin somut eşgallerinden birisi olarak vücut bulan İklim krizi doğa, emek, hammadde ve kaynaklar üzerinden üretim ilişkilerinin sorgulandığı ve yeniden kurgulandığı yeni bir düzen arayışlarını doğurmuştur. Bu süreçte Paris Anlaşması gibi uluslararası anlaşmalar, uluslararası iklim toplantıları ve akabinde imzalanan deklarasyonlar, ulusal yükümlülükleri ve önlem paketlerini açıklayan katkı beyanları, iklim krizini doğuran üretim ve tüketim alışkanlıklarını terk edecek bir seçenek yerine teknoloji ve inovasyon değişimi öngören seçenek üzerinde yoğunlaşmıştır.

Avrupa Birliği’nin yeşil mutabakat metni ile somuta erişen yeni düzen ile somut olarak enerji, sanayi gibi alanlarda hammadde kullanımına, karbon oranı düşük ürünler üretimine yönelik yapılan tercih değişiklikleri, salt anlamda iklimi korumaya yönelik mekanizmalar olarak algılanmıştır. Ancak, üretim ilişkilerine dair bu değişikliklerin oluşturduğu yeni düzen hukuku da yeniden belirleyecektir. AB’nin sınırda karbon düzenlemesine ilişkin öngördüğü tarih, gümrük ve ticaret ilişkileri üzerinden Türkiye’yi söz konusu İklim Kanunu’nu düzenlemeye ve yeni piyasa ilişkileri yaratmaya zorlamıştır. Bu yönüyle, İklim Kanunu çevre hakkının ötesine geçen bir çizgide daha geniş haklar düzleminde yeni bir hukuk düzenini önümüze getiriyor.

Oluşan yeni düzende, İklim ismi ile yapılan yasa düzenlemeleri karbon düzenlemelerini ve ticaretini öngören sistemlerin düzenlendiği yasal metinler haline gelmiştir. Yürürlükteki Çevre Kanunu sürdürülebilir çevre ve sürdürülebilir kalkınma ilkeleri doğrultusunda düzenlenmiş iken yeni yeşil düzen teorileriyle oluşturulan İklim Kanunu yeşil büyüme hedefine doğrultulmuştur.

Kanun teklifinde emisyon oranlarını düşürmek amacıyla ETS piyasası gibi mekanizmalar hazırlanmış, ekonomi ve üretimdeki karbon düşürme faaliyetleri bir piyasanın yönetimine devredilmiştir. Anayasa’nın 56. maddesi ile çevrenin korunması için devlet ve yurttaşlara ait ödev ve yükümlülükler tanımlanırken, İklim Kanunu teklifine göre emisyon oranlarını düşürme faaliyetleri piyasa ilişkileri içerisinde belirlenecektir. Çevre korumacı yaklaşımlar kanun ruhuna sirayet ettirilmemiştir. Bu nedenle kanun teklifinde korumacılık, denetim, hesap verebilirlik, ihtiyatlılık, şeffaflık, katılımcılık, sosyal adalet ilkelerini gözeten ekolojik sınırları belirleyen düzenlemeler bulunmamaktadır. İhtiyatlılık ilkesi kapsamında durdurulması gerekecek kirletici bir tesisin, karbon ticareti kapsamında devamlılığı sağlanabilecek. Böyle bir düzende enerji gibi temel kamu hizmetlerinin üretildiği alanlarda kamu ve yargı denetimleri gevşetilerek, yurttaş  denetimi sonlandırılarak hukuk devletinin sınırları yeniden çizilecektir.        

İklim Krizi, Bir Hak Krizidir!

İklim değişikliği, salt çevresel bir mesele olarak ele alınamaz. Bu kriz, aynı zamanda sosyal ve ekonomik hakların gasp edilmesi sürecine dönüşmektedir. Kanun teklifi, emisyon ticaret sistemleri ve karbon piyasaları gibi mekanizmalar ile çevre politikalarını, piyasa araçları üzerinden şekillendirerek, doğa ile toplum arasındaki ilişkiyi sermayenin yeniden üretim sürecine tabi kılmaktadır. Kanun teklifinin 9., 10. ve 11. maddeleri ile Emisyon Ticaret Sistemi ve Piyasası sistemi ile emisyon haklarının alım satımını öngören karbon ticareti düzenlenmektedir. Oran ve sınırları belirlenmeyen denkleştirme mekanizması ile işletmeler sera gazı emisyonu yükümlülüklerinin bir kısmını, eşdeğer miktarda karbon kredisi ile karşılama yolunu tercih edecektir. Bu durum, ekosistemleri korunması gereken varlıklar olarak değil, plantasyonlar ve ticari kaynaklar olarak gören bir anlayışın egemen hale gelmesine yol açmaktadır.

Devletin Şirketleşmesi: Kamusal Alanın Tasfiyesi ve Çevre Haklarının Zayıflatılması

Kanun teklifi, Türkiye’nin ekolojik ve ekonomik iş bölümündeki konumunu derinleştirecek bir çerçeve sunmaktadır. Yeşil büyümeyi hedef alan İklim Kanunu teklifi,  yeni üretim ilişkileri ile birlikte yeni bir  hukuk düzeninin inşa edileceği aks değişikliğini getirmektedir. Küresel kapitalist sistemin gereği olarak Türkiye’nin temel rolü, düşük maliyetli emek ve doğal kaynakların yoğun kullanımı üzerinden sermaye birikimi sağlamaktır. Bu kapsamda İklim Kanunu, kamu yönetimi anlayışını kökten değiştirmekte; devletin, yurttaşların haklarını güvence altına almak yerine, karbon piyasaları ve yeşil yatırım teşvikleri gibi araçlarla doğrudan piyasa mekanizmalarının bir aktörü haline gelmesini öngörmektedir. Devlet ve yurttaşlık bağını kuran, haklar ve özgürlüklerle belirlenen ortak hukuk anlayışını; denetlenebilir, hesap verebilir, şeffaf bir hukuk devleti eksenini  rafa kaldıran; bunun yerine  piyasanın kendi iç hukukunu belirlediği, bu hukuka herkesi ve herşeyi tabi kıldığı, devletin şirketleştiği, yurttaşlık bağının yok sayıldığı, haklar ve özgürlüklere alan bırakmayan, kapalı devre çalışan bir sisteme geçiş düzenlenmektedir.

Türkiye’nin bu kanun ile birlikte hukuk devletine bağlı, sürdürülebilirlik hedeflerine ulaşması değil, küresel pazarda daha fazla emek ve doğal kaynak sömürüsü ile iklim krizine yanıt verme rolünü derinleştirmesi beklenmektedir. Bu, yalnızca çevresel bir adaletsizlik değil, aynı zamanda toplumsal hakların ve demokratik mekanizmaların piyasa dinamikleri ile şekillendirilmesi anlamına gelmektedir.

Yeşil Dönüşüm mü, Piyasa Tekelleşmesi mi?

İklim Kanunu Teklifi'nin Kanun teklifinin 9., 10. ve 11. maddeleri ile düzenlenen ancak kanunun temel çıtası olarak öne çıkan "Emisyon Ticaret Sistemi" (ETS), çevreyi koruma hedefinden uzak, büyük sermayenin egemen olduğu bir karbon piyasası yaratma amacı taşımaktadır. Kanunun 9. Maddesi kapsamında ulusal tahsisat planlaması hazırlanacak, tahsisatlar dağıtılacak. ETS kapsamında ücretsiz dağıtılabilecek tahsisatlar ve Kanun teklifinin 11. maddesi ile oluşturulacak Gönüllü karbon piyasaları ile emisyon haklarının “çantacılık” faaliyetlerinin yürütüleceği zayıf denetimli zeminler oluşturulmaktadır. Türkiye’nin sanayi ve enerji sektörleri açısından bu düzenleme, karbon kredileri üzerinden yalnızca belirli sermaye gruplarının finansal çıkarlarına hizmet edecek bir yapı oluşturmaktadır.

Kanunun Uygulama Araçları başlıklı 8. Maddesinde düzenlenen finans, teknoloji ve kapasite geliştirme araçlarına dair esaslar ile 10. Maddesinde düzenlenen Karbon Piyasası Kurulu ve Danışma Kurulu’nda sürece dahil edilen paydaşlar, 12 ve 13. maddelerinde düzenlenen gelir ve desteklerin kullanılması rejimleri iklim kriziyle mücadele stratejisi kapsamında elde edilecek iklim fonu ve diğer finans kaynakların kullanım ve paylaşım rejimindeki yaşanacak olası adaletsizlikleri açıkça göstermektedir. Krizin yıkımlarını, zararlarını onarabilmek, mağduriyetlerini giderebilmek adına sosyal devlet ilkesinin uygulanacağı destek mekanizmaların bütçesi yerine, yeni teknolojik araçlara erişimin araçlarına odaklanılmıştır.  

Kanunun 9. Maddesinde ücretsiz tahsisat konusunda idareye takdir yetkisi verilmesi, 11. maddesinde tahsisat yükümlülüğünün karbon kredisi ile karşılanacak kısmının net olarak belirlenmemesi, bu alandaki yönetim ve keyfiyetin sınırlarının belirsizliğini ortaya koymaktadır. Bu düzenlemeler kapsamında  iklim krizinin sosyal ve ekonomik etkilerini sübvanse etmek, yarattığı yıkımı onarabilmek adına sağlanacak finans ve bütçe sadece belirli sermaye gruplarının yeni yatırım alanlarına yapacakları açılımı desteklemek için kullanılacak, devlet eliyle yeni ekonomik tekeller oluşturulacaktır. Bu haliyle, Kanun serbest piyasa oluşturma iddiasını dahi yerine getiremeyecektir. Oysa ki, gerçek bir ekolojik dönüşüm, ancak kamu yararını önceleyen, sosyal adaleti ve demokratik katılımı temel alan bir anlayış ile mümkündür.

Bu kanun, çevresel etkilerle mücadelede piyasa temelli bir model öngörürken, aynı zamanda bu piyasayı birkaç büyük aktörün tekelinde bırakmaktadır. Üstelik, piyasanın kurallarını belirleyenler, demokratik mekanizmalarla hesap verilebilir durumda değildir. Ekonomik ayrıcalıklara yaslanan ve siyasi otoritelerle bütünleşebilmiş şirketlerin, iklim krizini büyümek için bir fırsata çevireceği ama iklim krizini çözemeyeceği bir yasal düzen ortaya çıkmaktadır.

Anayasal Hakların Kullanılamaz Hale Getirilmesi

İklim Kanunu, temel anayasal haklarımız üzerinde ciddi bir baskı yaratma potansiyeline sahiptir. Çevre hakkı, sağlıklı bir yaşam hakkı, bilgiye erişim hakkı, yargıya başvurma hakkı gibi pek çok anayasal güvence, bu yeni piyasa rejimi içinde ikincil konuma düşmektedir. Sermayenin ihtiyaçlarına göre şekillenen düzenleyici kurumlar, yurttaşların karar alma süreçlerine demokratik katılımını sınırlandıracak, itiraz ve yargı süreçlerini zorlaştıracaktır.

Bu çerçevede, İklim Kanunu'na karşı verilen hukuki ve siyasi mücadele, sadece çevreyi koruma mücadelesi değildir. Çevre koruma ve ekonomik büyüme ikiliği temelinde kurulan paradigma terk edilmiştir.  Çevre koruma, ekonomik büyümeyi denetleyen, sınırlarını belirleyen, haklarla sınırlandıran hattan çıkarılmakta, ilga edilmektedir. “Çevre” yeni ekonomik ilişkilerin nesnesi, metası ve hatta meşruiyetini sağlayan bir araç  haline getirilmiştir. Bu nedenle, sosyal devletin yansıması çevre koruma politikalarının tasfiyesine, adil bütçe hakkının terkine,  kamu hizmetlerinin şirketleştirilmesine ve piyasa temelli bir haklar sistemine geçişe karşı bir demokratik, sosyal, hukuk devleti hattına, yurttaşlık haklarına daha acil ihtiyaç vardır.

Türkiye'nin İklim Politikasında Yeni Bir Hat Çizilmeli

Türkiye’nin iklim değişikliği ile mücadelede küresel yükümlülüklerini yerine getirmesi, ancak emekçilerin, köylülerin, küçük üreticilerin ve tüm yurttaşların çıkarlarını önceleyen, ekolojik adalet perspektifi ile mümkündür. Küresel işbölümü içinde Türkiye’nin rolü, doğayı ve emeği daha fazla sömürerek değil, enerji ve üretim modellerini toplum yararına dönüştürerek şekillenmelidir.

Bu noktada, Türkiye Barolar Birliği Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu olarak;

  • İklim Kanunu'nun sadece teknik ve ekonomik indirgemeci düzenlemeler olarak ele alınmasını reddediyoruz.
  • İklim politikalarının ekolojik, sosyal ve siyasal haklarla birlikte değerlendirilmesi gerektiğini vurguluyoruz.
  • Demokratik katılım süreçlerinin genişletilmesi ve eşitlik ilkesi düzleminde toplumun tüm kesimlerinin bu süreçlere dahil edilmesi gerektiğini savunuyoruz.

Bugün, İklim Kanunu’nun yalnızca karbon emisyonlarını düzenleyen bir çerçeve olmadığını, aynı zamanda temel hak ve özgürlüklerimizi piyasa mekanizmalarına tabi kılan bir dönüşümün parçası olduğunu görüyoruz. Türkiye’nin karşı karşıya olduğu başta iklim, biyoçeşitlilik, gıda, su, afet gibi krizleri; hak temelli bir Anayasal düzenle çözülebilir. Bu dönüşümün hukuki ve politik etkilerini kamuoyunun dikkatine sunuyor, Türkiye'nin hak ve özgürlüklere dayanan, demokratik ve ekolojik bir geleceğe ilerlemesi için mücadelemizi sürdüreceğimizi duyuruyoruz.

Türkiye Barolar Birliği
Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu