Açış Konuşması

5080

TÜRKİYE BAROLAR BİRLİĞİ BAŞKANININ, MUĞLA BAROSU TARAFINDAN 25 ARALIK 2010 TARİHİNDE DÜZENLENEN “AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİ VE MAHKEMESİ” KONULU PANELDE YAPTIĞI AÇIŞ KONUŞMASI

 

Muğla Barosu’nun Değerli Başkanı,

Antalya Barosu'nun Değerli Başkanı,

Sevgili Meslektaşlarım,

Değerli Konuklar,

Sizleri Türkiye Barolar Birliği adına, kendi adıma sevgi ve saygı ile selamlıyorum,

Modern devlet kurma, ulusalcılığı zorunlu kıldığından, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisiyle eşzamanlı kurulan diğer devletler gibi modern bir devlet olarak kurulması, aynı zamanda bir ulusun oluşmasının da tarihidir. 

O nedenle Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan herkese eşit koşullarda tanınan yurttaşlık statüsünün, ulusal birlik bilincinden ve bu bilince ortak olma inancından soyutlanması olanaksızdır. Yine ulus devlet, kendilerini birey olarak ifade eden insanlardan oluşan, ırk temeline dayanmayan, bir arada yaşamak iradesi üzerine kurulu olan siyasal, kültürel ve toplumsal bir birlikteliktir.

Ne var ki, modernitenin, modern olmayan yaratıcıları olan ulusların, Nazi Almanyası örneğinde olduğu gibi, bir kültürün, hatta bir ırkın mutlak üstünlüğü savı gibi evrensellik karşıtı fikirleri savundukları da bilinen ve hatta yaşanan tarihsel bir gerçekliktir.  

Yirminci yüzyılın sonundan itibaren, ulusal ya da yerel yollar izleyen ve bu türden kaynakları harekete geçiren modernleşme anlayışının, evrenselci modernlikle olan çatışmasına ve bu çatışmanın bir önceki yüzyıla oranla daha radikal biçimlere dönüşmesine tanıklık ettik ve halen de ediyoruz.  

Ne var ki, İkinci Dünya Savaşının öğrettikleri ile kendisini yenileyen dünyanın büyük kısmı, modernitenin ulusalcılık anlayışını aşarak devletin yönlendirmesine ve müdahalesine karşı durmak, çoğulculuğun önünü açmak, sivil toplumu güçlü kılmak, ulusalcılığı ise sadece kriz dönemlerinde başvurulacak birleştirici bir unsur olarak yardıma çağırmak yolunu seçmiştir. 
       
Bu düşünceler ile birlikte ve giderek, ulusal kimliklerin ve bu kimliklerin sahip olduğu hak ve imtiyazların yerini, hayat gibi, özgürlük gibi, mülkiyet gibi tanrı bağışı olarak nitelendirilen vazgeçilmez haklar ve bunlardan türetilerek çeşitlendirilen evrensel nitelikteki insan hakları almıştır.

Bu bağlamda ifade etmek gerekir ki, Avrupa Birliği projesi, yukarıda işaret edilen dönüşümün ve bu dönüşüm sonucu yeniden keşfedilen insan merkezli doğal hukuk anlayışının egemen kılınmaya çalışıldığı, ulusçu söylemin yerini, insan hakları bilincine bıraktığı bir süreçtir.

Bu sürece dahil olabilmek için öncelikle; özgürlüğü yurttaşlıkla özdeşleştiren, insan haklarıyla yurttaşlık ödevlerini karşıt kutuplara koyan Cumhuriyet kültürünün, çeşitliliği ve çoğulculuğu savunan demokratik kültürle harman edilerek zenginleşmesi, demokratikleşme yönünde evrilmesi gerekir.

Bunun için de, savaş yıllarını Türkiye’de sürgün olarak geçiren, yirminci yüzyılın büyük edebiyat adamı Erich Auerbach’ın, ulusal ya da bölgesel sınırları aşmak isteyen herkes için model olarak aktardığı, on ikinci yüzyılda Saksonya’da yaşamış keşiş St.Victor’lu Hugo’nun az sonra okuyacağım sözlerini, başta en aydınlarımız olmak üzere hepimizin içselleştirmesi gerekir. Şöyle diyor Hugo;  “Terbiye görmüş kafa için, görünmez ve geçici şeyler hakkında, yavaş yavaş fikir değiştirmeyi öğrenebilmek ve daha sonra bütün bunları geride bırakabilmek büyük bir erdem kaynağıdır. Yurdunu güzel bulan insan daha yolun başındadır; her yeri kendi yurdu gibi gören insan güçlüdür; ama bütün dünyayı yabancı bir ülke gibi gören insan mükemmeldir. Yolun başında olan ruh sevgisini dünya üzerindeki tek bir noktaya sabitlemiştir; güçlü olan insan sevgisini her yere yaymıştır; mükemmel insan ise sevgisini söndürmüştür.”   

Bütün bunları, bugünkü etkinliğin konusuyla yakından ilgisi olması nedeniyle arz ettim.

Değerli Meslektaşlarım,

Biz avukatların çok iyi bildiği üzere hak, hukukun tanıdığı yetki, koruduğu menfaattir. Haktan söz edebilmek için, her şeyden önce hakkın tanımlanmış olması, haktan yararlanacak olan kişinin bilinmesi, hakka riayeti sağlayacak organın ve hakkın korunması ile ilgili çatışma çıktığında, hakkı korumanın ve  teslim etmenin mercii olan yargı yerinin hem var ve hem de belirlenmiş olması gerekir.

Bu ölçütler, ister sivil/medeni, isterse siyasal nitelikte olsun, her hak için geçerli olduğu gibi, sadece ulusal düzeyde değil, uluslararası düzeyde de tanımlanmakta ve korunmakta olan insan hakları için de geçerlidir.   

İnsan haklarının uluslararası düzeyde tanınması bağlamında en önemli belge, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 10 Aralık 1948 tarihinde kabul ve ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’dir. Ne var ki, bu bildirge ile bu bildirgeyi izleyen Kişisel ve Siyasal Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme, Ekonomik, Sosyal, Kültürel Haklar Uluslar arası Sözleşmesi, İşkenceye ve Diğer Zalimane, Onur Kırıcı ya da İnsanlık Dışı Davranış ve Cezalara Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi, Her Türlü Irk Ayrımcılığının Kaldırılmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesine İlişkin Uluslararası Sözleşme, Kadınların Siyasal Haklarına İlişkin Uluslar arası Sözleşme, Çocuk Hakları Sözleşmesi gibi diğer Birleşmiş Milletler sözleşmelerinde, sadece hakların tanınmasıyla yetinilmiş, tanınan hakların korunması ve güvence altına alınması konusunda herhangi bir mekanizma öngörülmemiştir.

Oysaki 04 Kasım 1950 tarihinde Roma’da imzalanan, 03 Eylül 1953 tarihinde yürürlüğe giren ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 10 Mart 1954 tarihinde onaylayarak 18 Mayıs 1954 tarihinde yürürlüğe koyduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve bu sözleşmeyi tamamlayan Ek Protokoller, sadece insan haklarını tanımakla kalmamış, insan haklarının güvence altına alınması ve korunması ile ilgili mekanizmaları da getirmiştir.

Anılan Sözleşme ve eki Protokollerle getirilen koruma araçlarının başında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gelmektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 19.maddesinde düzenlendiği biçimiyle Sözleşme ve eki Protokolleri’ne, Sözleşmeci Devletler tarafından kabul edilen yükümlülüklere uyulmasını sağlamak için yargısal denetim yapmak üzere kurulmuş sürekli bir koruma mekanizmasıdır.      

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, anılan Sözleşme ve bu Sözleşmeye ek Protokolleri imzalamakla, Sözleşmede yer alan tüm hak ve özgürlükleri, hem kendi yurttaşları ve hem de ülkesinde bulunan tüm yabancılar için tanımakla kalmamış, aynı zamanda sözleşmede öngörülen koruma mekanizmasını çalıştırmayı, bu bağlamda başta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi olmak üzere, sözleşmede görevli ve yetkili kılınan organların verecekleri kararlara uymayı, bunların ulusal hukukta işleyebilmesi için gerekli önlemleri almayı taahhüt etmiştir.

Bu bağlamda, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, yukarıda sözü edilen yükümlülüklerinin gereği olarak, kendi yurttaşlarının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine bireysel başvuruda bulunma hakkını kabul etmiş, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yargı yetkisini tanımış ve nihayet 22 Mayıs 2004 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 90.maddesini ‘usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır’ biçiminde değiştirerek, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi dahil Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin taraf olduğu temel hak ve özgürlüklere ilişkin tüm uluslararası sözleşmeleri, kendi ulusal yasalarının üzerine, kendi iç hukukundaki normlar hiyerarşisinin tepesinde yer alan Anayasası’nın bir anlamda üzerine yerleştirmiştir.        

Az önce de işaret ettiğim üzere, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 46.maddesi hükmüne göre, sözleşmeye taraf olan devletler, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarına uymakla yükümlüdürler. Bu kapsamda ifade  etmek gerekir ki, tıpkı ulusal mahkemeler tarafından verilen kararlar gibi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından verilen kararlar da, tarafları yönünden bağlayıcıdır. 

Bununla birlikte, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, iç hukukta, yani  ulusal düzeyde,  kendiliğinden ve doğrudan doğruya sonuç doğurucu bir etki yaratmazlar. Bu anlamda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının, ulusal düzeyde uygulanmakta olan bir yasayı yürürlükten kaldırma işlevi olmadığı gibi, herhangi bir idari işlemi iptal etmek veya bir yargı organı tarafından verilmiş bir kararı bozmak gibi bir işlevi de yoktur. Yine bu karara taraf olan devleti, kararı uygulaması hususunda zorlayacak bir mekanizma veya mahkemenin o devlete emir verme yetkisi de mevcut değildir. 
 
Bu niteliği itibarı ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları değerlendirildiğinde demek gerekir ki, Mahkemenin kararları, sadece “tespit edici” ve “beyan edici” niteliktedir. Buna göre mahkeme, sadece sözleşmeye aykırı, sözleşmeyi ihlal edici bir durum var mıdır, yok mudur sadece bunu tespit ve ifade eder.   

Bununla birlikte, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Ükünç ve Güneş-Türkiye, Assanidze-Gürcistan, Güngör-Türkiye davaları gibi son dönem kararlarında, sözleşmeyle korunan bir hakkın ihlalinin bütün sonuçlarıyla ne şekilde ortadan kaldırılacağı konusunda, davalı devlete rehberlik edecek ve Bakanlar Komitesi’ne icra sürecinde yardımcı olacak nitelikte ölçüler koyduğunu da görmekteyiz.
 
Diğer taraftan, Avrupa Konseyi Statüsü’nün 8.maddesi hükmüne göre, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından verilen kararların icrasını siyasi bir organ olan Avrupa Komisyonu Bakanlar Komitesinin izleme, denetleme ve uygulama konusunda taraf devlete çağrıda bulunma ve hatta kararı uygulamayan devletin üyeliğini askıya alma ya da üyelikten çıkarma yetkisi vardır. 

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile getirilen ve geliştirilen koruma ve güvence mekanizması tali nitelikte olmakla, sözleşme kapsamındaki hak ve özgürlüklerin korunması hususundaki asli görev ulusal organlara ve yetkililere aittir.       

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının icrası; (a) ihlale son verilmesini, (b) zararın tazmin edilmesini, (c) benzer ihlallerin önlenmesini kapsamakla, bunlardan “tazminatın ödenmesi” dışında kalan “ihlale son verilmesi” ve “benzer ihlallerin önlenmesi” hususlarında yapılacak düzenlemelerin seçiminde ve uygulanmasında taraf devletler kural olarak özgürdür. Bununla birlikte, taraf devletin yapacağı seçim ve uygulama konusunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin emsal kararlarında ortaya koyduğu yol gösterici ilkeleri göz önüne alması gerekir.
 
İhlalin giderilmesi için uygulanması gereken temel ilke “Restitutio Integrum”, yani “Eski Hale Getirme” ilkesidir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Papamicchalopoulos-Yunanistan/1996, 21-439 sayılı kararında işaret ettiği üzere “Eski Hale Getirme” ilkesinin iki yönü vardır. Bunlardan birincisi başvurucuyu mümkün olduğu kadar ihlalin olmadığı varsayılarak bulunabileceği eşdeğer konuma getirmek, ikincisi ise yine başvurucunun ihlal nedeniyle oluşan tüm zararlarını gidermektir.
 
Eski Hale Getirme” ilkesinin uygulanması bağlamında işaret etmek gerekir ki, karara taraf olan devlet, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararı ile tespit ve ifade edilen ihlalin davacı yönünden ortadan kaldırılmasının yanı sıra, ihlalin mevzuattan kaynaklanması durumunda, benzer ihlallerin yinelenmemesi için gerekli yasal ve idari değişiklikleri yapmak durumundadır. İhlalin ulusal mahkemelerin kararlarından kaynaklanması durumunda, ulusal mahkemelerce içtihat değişikliğine gidilmesi gerekmektedir.  Zira sözleşmeye ve davaya taraf olan devletin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararı ile belirlenen ihlale son verme yükümlülüğünün yanı sıra, ihlalin sonuçlarını ortadan kaldırma ve olası ihlalleri önleme yükümlüğü de vardır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının tarafı olan devletlerin yukarıda belirtilen yükümlüklerine ek önemli bir diğer yükümlülüğü de, mahkeme kararlarının gereği olarak taraf devletlerin yaptıkları yasal ve idari düzenlemeler ile tazminat ödemesi de dahil diğer önlemleri Bakanlar Komitesi’ne bildirmekle yükümlü olmalarıdır.

Burada ve yeri gelmiş iken işaret etmek gerekir ki, ulusal mahkeme kararlarının sözleşme ve ek protokol hükümlerine aykırı olduğunun Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararı ile tespit edildiği durumlarda, sözleşmeye taraf olan devletlerin, bu durumu yargılamanın iadesi nedeni olarak kabul etmeleri gerektiği konusunda Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi tarafından verilmiş 19 Ocak 2000 tarih ve R(2000) 2 sayılı tavsiye kararı vardır.

Nitekim Türkiye, HUMK’nun 445. maddesinde, 4793 sayılı Kanunu’nun 1.maddesiyle yaptığı değişiklik sonucu, ulusal mahkemelerce verilen bir kararın Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olduğunun Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararıyla tespit edildiği durumlarda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararının kesinleştiği tarihten itibaren bir yıl içinde başvurulması koşuluyla yargılamanın iadesi yolunu açmıştır.

Aynı yasanın 3.maddesi CMK’nun 327.maddesine 6.bendi eklemek suretiyle ceza davaları yönünden de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararının kesinleşme tarihinden itibaren bir yıl içerisinde talep edilmek koşulu ile yargılamanın iadesi yolunu açmıştır.

Hepimizin bildiği üzere Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesiyle güvence altına alınan ve insan hakları olarak isimlendirilen bireysel hakları korumakla görevli bir mahkemedir. Mahkemenin yargı yetkisini tanıyan taraf devletlerin hemen hepsi “devlet odaklı hukuk” anlayışından, “insan/birey odaklı hukuk” anlayışına gelmiş devletlerdir. İnsan hakları ihlallerinin faili olan devletlerin bu çizgiye gelmiş olmasını önemli bir gelişme olarak kabul etmek gerekir.

Ben şahsen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarının özellikle biz avukatlara önemli ölçüde katkı yaptığına, rehberlik ettiğine, ufkumuzu açtığına inanıyorum.

Ama aynı şeyi kamu görevlileri, yargıçlar ve savcılar yönünden söylemek mümkün değil. İnsan hakları ihlali bağlamında Türkiye’nin sicilinin hayli fazla oluşu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesindeki başvuru sayısı yönünden Türkiye’nin önlerde yer alması da benim bu tespitimi doğruluyor.

Oysaki insan hakları ihlallerinin asli faili devlet olmakla, her şeyden önce kamusal yetki kullanan her kişinin ve kuruluşun bu konuda duyarlı olması, insan haklarına saygılı olması, ihlale neden olacak uygulamalardan ve eylemlerden kaçınması gerekir. Aynı şekilde yargının da kendisine intikal eden olaylarla ilgili davalarda gereken duyarlılığı göstermesi, vereceği kararlarla hem örnek olması, hem de kamusal yetki kullanalar üzerinde caydırıcılık sağlaması gerekir. Bunun için de devlet merkezli düşünmekten ve hareket etmekten çıkıp, insan merkezli, birey merkezli karar vermesi, algısını bu yönde değiştirmesi ve geliştirmesi gerekir. 

Beni sabırla dinlediğiniz için hepinize teşekkür eder saygılar sunarım.  
     
Av.V.Ahsen Coşar
Türkiye Barolar Birliği Başkanı