Açış Konuşması

5493

TÜRKİYE BAROLAR BİRLİĞİ BAŞKANI’NIN, ANKARA ÜNİVERSİTESİ DİL VE TARİH COĞRAFYA FAKÜLTESİ FELSEFE BÖLÜMÜ TARAFINDAN 25 MART 2011 TARİHİNDE DÜZENLENEN “YASA-ŞİDDET-ADALET” KONULU SEMPOZYUMDA YAPTIĞI KONUŞMA

Sayın Dekan,

Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü’nün Sayın Başkanı,

Değerli Hocalarım,

Sevgili Hocalarım,

Değerli Konuklar,

Sizleri sevgi ve saygıyla selamlıyor, çok değerli, çok yetkin felsefecilerin yer aldığı bu etkinliğe davet etmek suretiyle beni ve benim şahsımda Türkiye Barolar Birliği’ni onurlandıkları için başta sevgili Sabri Büyükdüvenci Hocam olmak üzere sempozyumun diğer düzenleyicilerine en içten teşekkürlerimi sunuyorum.     

Değerli Konuklar,

Doğumunun otuz birinci yıldönümü arifesinde, akşam saat dokuza doğru, tam da sokakların sessizleştiği bir saatte, silindir şapkalı, frak giymiş iki adam Joseph K’nın evine gelirler ve Joseph K’yı da alıp dışarıya çıkarlar. Daha evin kapısından dışarı çıkar çıkmaz, aralarına aldıkları Joseph K’nın omuzlarına yapışırlar, kollarından kavrayıp ellerini yakalarlar. Böylece kentin dışına çıkarak terkedilmiş boş bir taş ocağına gelirler. Dört bir taraf, başka hiçbir ışığa vergi olmayan bir doğallık ve sessizlik içersindeki ay ışığı ile örtülüdür. Adamlardan birinin eli, Joseph K’nın gırtlağına sarılırken, diğeri elindeki bıçağı sonuna kadar Joseph K’nın kalbine saplar ve bıçağı olduğu yerde iki kez çevirir. Son nefesini vermekte olan Joseph K. az ilerisinde katili olan iki adamın yanak yanağa vermiş bir şekilde kendisine baktıklarını görür, o da onlara bakar ve ‘Bir köpek gibi’ der.”

Okuduğum bu pasaj iktidar ve şiddet üzerine bugüne kadar yazılmış olan büyük romanların en başında gelen Kafka’nın ‘Dava’ isimli romanının ‘Son’ başlığını taşıyan ‘Onuncu Bölümü’nde yer alan ölüm sahnesidir.

Romanın böyle değil de, Joseph K’nın affıyla, yani ona yapılan işkencenin sona ermesiyle bitmesi, acaba okuyucu yönünden daha doğru bir mesaj olur muydu? Herhalde bunu Kafka’da düşünmüştür. Ama düşünmüş de olsa, böyle bir finali tercih etmemiştir.

Edebiyat eleştirmenlerine göre bunun nedeni, Kafka’nın romanını suçluluk temasıyla değil, utanç temasıyla bitirmek istemesidir. Kafka’nın romanını bitirirken Joseph K.nın katledilmesiyle ilgili olarak: ‘Sanki bunun utancı, kendisinden sonra da yaşamalıydı’ demiş olması bu tespiti doğrulamaktadır. Gerek sempozyumumuzun, gerekse benim konuşmamın konusunu oluşturan “Yasa-Şiddet-Adalet” üçlüsünün merkezinde yer alan şiddet olgusunun, suç ve suçluluk boyutundan, diğer bir deyişle yasal boyutundan önce utanç boyutu üzerinde durmak istediğim için, konuşmama, Kafka’nın ‘Dava’  isimli romanının ölüm sahnesi ile başlamayı tercih ettim.

Biz hukukçular, mesleğimizin özelliğinden olsa gerek, şiddeti, utanç temelinde değil, suçluluk temelinde değerlendiririz. Gerçekte ise şiddet, sadece bir suç değil, aynı zamanda ve hatta daha çok bir utanç, bir insanlık utancıdır.

Karl Marks’ın özlü ifadesiyle “İnsanın yaptığı en büyük duygusal devrim, utanma duygusudur.” Bu duygusal devrimi kendi içinde ve kişiliğinde yapamayanların, yani utanma duygusu olmayanların başvurduğu araç şiddettir. Şiddet, şiddete uğrayanın, “ötekiliği” kabul edilen, saygı gören bir özne olmaktan çıkarılıp duygularına ve bedenine zarar verilebilecek ve hatta ortadan kaldırılabilecek bir nesne olarak ele alındığı ilişkisel bir eylemdir. Bu eylemin günümüzdeki kökeni; modern toplumun yarattığı tatminsizliğin, yalıtılmışlığın, ikiyüzlü bir ahlakın, saldırganlığın, ne aşkı, ne sevgiyi, ne arkadaşlıkları ve ne de dostlukları becerebilen bir toplumun damgasını taşır.  

Onun için bugün ülkemizde olsun, dünyanın başka yerlerinde olsun hemen her yerde şiddet var. Sadece aşiret, töre, pusu, namus kültürü çocuklarının yaptıkları şiddet değil, aile içinde ve ikili ilişkilerde uygulanan şiddet değil, yakınlık terörizmi değil, başka alanlarda ve başkaca biçimlerde uygulanan şiddet türleri de var. Umursamazlığın şiddeti, duyarsızlığın şiddeti, istismarın şiddeti, cehaletin ve cüretin şiddeti, yanılgının, özensizliğin, dikkatsizliğin, sevgisizliğin şiddeti, iftiranın şiddeti, dedikodunun şiddeti, yalanın şiddeti gibi. Sıraladığım bu şiddet örneklerinin hemen hiç biri yasal anlamda suç değil, suç olmadıkları için yasal olarak bir yaptırıma da tabi değil, ama öyle de olsa, bunlar da korkutucudur, bunlar da eziyet edicidir, bunlar da kahredicidir, daha önemlisi bunlar da utanç vericidir.   

Peki neden şiddet? Kuşkusuz bunun pek çok yanıtı var. Kişisel, psikolojik,  toplumsal, kültürel nedenleri var. Ama bir nedenini modern olasılık kuramının temellerini atan, akışkanlıklar mekaniğinin temel yasalarından biri olan ve kendi adıyla anılan Pascal Yasasını bulan, kendisinden sonra gelen varoluşcu düşünürleri etkileyen sezgicilik ilkesini ortaya atan matematikçi, fizikçi ve düşünür Blaise Pascal, ‘Düşünceler’ adıyla Türkçeye çevrilerek yayınlanan ‘Pensées’ isimli eserinde şöyle açılıyor: ‘İnsanoğlu büyük adam olmak için heveslerle doludur, fakat bir gün anlar ki sadece bir küçük adamdır; mutlu olmak için heveslerle doludur, fakat bir gün anlar ki, sadece mutsuzdur; mükemmel olmak için büyük hevesler taşır, fakat bir gün anlar ki, sadece kusurlarla doludur; insanlar tarafından sevilen ve sayılan bir kişi olmak için devamlı umutlar taşır, fakat bir gün anlar ki, kusurlarından dolayı sadece insanların hor görüşüne layık görülmektedir. İşte, dışına çıkmaya imkan bulamadığı bu utanç duygusu, o insanda güçlü bir adaletsizlik ve yıkma ihtirası yaratır, çünkü bu durumda o, kendisini kusurlarından dolayı mahkum eden ve bunun suçunu kendisine yükleyen gerçeğe karşı bitmez tükenmez bir nefrete bürünmüştür.’   

Pascal’ın çerçevesini çizdiği küçük adam Wilhelm Reich’in “dinle” diye seslendiği küçük adamdır. Erich Fromm’un “yaratamayan yıkar” diye nitelediği “yaratamayan” adamdır. Bakın yakın veya uzak çevrenize bu tür adamlardan bol miktarda olduğunu görürsünüz. Kimisi siyaset sahnesindedir, kimisi üniversitede akademisyendir, kimisi bürokraside önemli bir pozisyondadır, kimisi sözde sanatçıdır, yazardır, gazetecidir, kimisi bilmem nerede başkandır.       

Değerli Konuklar,

İnsanlık tarihiyle neredeyse eşdeğer olan şiddet olgusu, birçok bireysel ve toplumsal nedeni içinde barındıran, psikolojik, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik boyutları olan son derece karmaşık bir yapıdır. Kısaca sertlik, sert ve katı davranış, kaba kuvvet kullanma olarak tanımlayabileceğimiz şiddet olgusu, insanın doğasında var olan ve fakat bastırılmış bir davranış biçimidir. İnsanları sindirmeyi, korkutmayı, bu yolla maddi veya manevi bir şeyler elde etmeyi amaçlar. Kimi zaman bir sözdür, kimi zaman da kullanılan fiziki bir kuvvet, kaba kuvvettir.  Kimi zaman inandırma veya ikna gücü olmayanlar tarafından kullanılan bir yöntemdir, kimi zaman ise inandırma ve ikna süreci başarılı olmadığında başvurulan bir araçtır. Kimi zaman fiziksel bir saldırıdır, kimi zaman ise psikolojik bir baskıdır.

Şimdi burada yeri gelmiş iken az yukarıda sıraladığım şiddet türlerini ifade eden Oscar Wilde’ın, “Reading Zindanı Baladı” isimli baladından bir bölümü sizlerle paylaşmak isterim. Baladın yazıldığı tarihte Oscar Wilde, Reading Zindanı isimli hapishanede mahkum olarak yatmaktadır. Aynı hapishanede karısını boğazından kılıçla keserek öldürmekten yargılanıp idama mahkum edilen ve idamını bekleyen Krallık Muhafız Alayı askerlerinden otuz yaşındaki Charles Thomas Wooldridge’de yatmaktadır.Asılmadan önce Wooldridge’i gören ve asılma nedenini öğrenen Oscar Wilde, şimdi bir bölümünü okuyacağım baladı Wooldridge’in hikayesinden etkilendiği için yazmıştır.

 Ama gene de herkes sevdiğini öldürür,
 Bu böylece biline,
 Kimi bunu kin yüklü bakışlarıyla yapar,
 Kimi de okşayıcı bir sözle öldürür,
 Korkak, bir öpücükle, 
 Yüreklisi kılıçla, bir kılıçla öldürür!

 Kimi insan aşkını gençliğinde öldürür,
 Kimi sevgisini yaşlılığına saklar;
 Bazıları öldürür arzunun elleriyle,
 Altın’ın elleriyle boğar bazı insanlar:
 Bunların en üstünü bıçak kullanır çünkü
 Böylelikle ölenler çabuk soğuyup donar.

 Kimi insan az sever, kimisi de çok uzun,
 Kimileri aşkı satar, kimileri satın alır;
 Kimileri de yapar bu işi gözyaşıyla,
 Kimilerinde aşka serin kanla kıyılır;
 Hemen herkes bir türlü öldürür sevdiğini,
 Ama bundan ötürü herkes asılmamıştır.

Değerli Konuklar,

İlk şiddet, klasik düşünürlerinin ileri sürdüğü gibi herkesin herkese karşı sürdürdüğü savaş değil, bir insan topluluğunun – aile, köy, ulus, din, kültürel kendiliğin- yabancılara karşı neredeyse her zaman duyduğu düşmanlıktan türemiştir. Dar bir çevreye dahil olmanın ve kendi içine kapanmanın yarattığı kendiliğinden şiddet; evrensel bir yasa kisvesi altında ortaya çıkan, uygarlığı tekeline almak isteyen ve kültürlerin eşitliğini tanımak yerine insanlar arasındaki farklılıklarla mücadele eden özgül bir durumun yol açtığı ideolojik ve fetihçi şiddettir.

Her kimliğin bir dizi farklılıkla bağlantılı olarak ve bu farklılıklardan bazılarının da yanlış, kötü, çirkin, akıldışı, yani kısaca “öteki” olarak tanımlanması üzerine kurulu olan ideolojik ve fetihçi şiddet; “öteki”ni, tarih boyunca ve sürekli olarak doğru kimliği benimsemeye davet etmiş, kabul etmeyenleri fethedip zorla dönüştürmüş ya da susturmuş, dönüştüremediklerini veya susturulamadıklarını ise yok etmiştir.

Ölümcül Kimlikler” isimli incelemesinde Amin Maalouf, şiddetin bu türünü şiirsel bir dille şöyle anlatır: “Seçmek durumunda bırakılıyorlar, zorlanıyorlar dedim, kim tarafından mı? Sadece her çeşidinden fanatikler ve yabancı düşmanları değil, sizin ve benim tarafımdan da, -aramızdaki herkes tarafından, gerçekten de hepimizin içinde kök salmış bu düşünce ve ifade alışkanlıkları yüzünden bütün bir kimliği öfke ile ilan edilen tek bir aidiyete indirgeyen o dar, o sığ, o yobaz kolaycı yaklaşım yüzünden, içimden katiller böyle imâl ediliyor diye haykırmak geliyor”.

Şiddetin bir diğer türü, siyasetin, iktidar tutkusunun yarattığı şiddettir. Fransız İhtilali’nin önde gelen aktörlerinden olan Saint-Just ve Robespierre bu tür şiddete verilebilecek en iyi örnekdir. Yeryüzünde adaletin derhal egemen olmasını isteyen ve bu idealin çok yakında gerçekleşeceğine inanan bu ikili, sadece birkaç kellenin kendilerini ideallerini gerçekleştirmekten ayırdığını düşünüyorlardı. Salt o nedenle, insan türünün karşısına küstahça dikilen birkaç kellenin onlar için hiçbir önemi yoktu. Onun için Wilhelm Reich, küçük adama: “acımasız Robespierre ile büyük Danton arasında seçeneğin vardı. Acımasızlığı seçip büyüklüğü ve iyiliği giyotine gönderdin” diye hitap eder.               

Şiddet deyince kitleyi, kitle deyince Elias Canetti’yi anmadan geçmek haksızlık olur. Şiddetin doğası üzerine yazılmış en önemli eser olan “Kitle ve İktidar”da Canetti, kitle ve iktidarın birbirlerini nasıl etkileyerek çoğalttığını, insanlar arasındaki emir itaat ilişkisinin giderek nasıl bir saldırganlık mekanizmasına dönüştüğünü anlatır. Canetti’ye göre kitle yıkıcı, iktidar öldürücüdür. İnsanlar yarattıkları mesafelerle taşlaşır ve çoraklaşırlar. Yarattıkları bu mesafe yüklerinden insanlar ancak hep birlikte kurtulabilirler. Kitle içinde meydana gelen en önemli olay deşarjdır. Deşarj olmadan kitle gerçek anlamda mevcut değildir. Zira kitleyi yaratan deşarjdır. Deşarj anı, kitleye dahil olan herkesin farklılıklarından kurtulduğu ve kendilerini diğerleriyle eşit hissettiği andır. Kitle o andan itibaren yıkar, yakar, patlar, zulmeder. Eylem, yani meşguliyet insanları birleştirir. Onun için bütün kitle hareketleri birleştirici niteliğinden dolayı meşguliyetten/eylemden yararlanmışlardır. Örneğin Naziler, meşguliyete geniş ölçüde yer vermişlerdir. Meşgul edici, birleştirici eylemlerin başında “yürüyüş” gelir. Muhafazakar bir reaksiyoner, siyasi bir lider ve yazar olan, önce Nazi, sonra Nazi düşmanı olup ABD’ye kaçan Hermann Rauschning yürüyüşü şu sözlerle takdir eder “Yürüyüş insanları düşüncelerinden uzaklaştırır. Yürüyüş düşünceyi öldürür. Yürüyüş, bireyi öldürür.” Yürüyüş kitlenin en önemli deşarj araçlarından birisidir. Yürüyüşle yollar elbette aşınmaz, ama kitle, ama kitle içinde eriyen insan rahatlar, yürümekle rahatlamaz ise attığı sloganlarla rahatlar, sloganlar da rahatlatmaz ise bir yerleri yakıp yıkmakla, yani şiddet kullanmakla rahatlar, deşarj olur.    

Değerli Konuklar,

Benim sunuşumun konusunu oluşturan “Yasa ve Şiddet” başlığının bir ayağını oluşturan “yasa” kavramı aslında “şiddet” olgusu ile çok uygun düşen bir kavram değildir. Zira ve kuramsal olarak yasa şiddetin önlenmesinde kullanılan veya kullanılmak üzere imal edilen bir araçtır. Dolayısıyla yasanın şiddete izin vermemesi, şiddeti önlemesi, engellemesi gerekir. Ama kimi zaman yasa bu işlevini yerine getirmez, getiremez. Buradaki ince nokta “yasa” ile “hukuk” kavramlarının farklılığından kaynaklanır. Bu farklılık hukukun evrensel olmasından, evrensel hukuk kurallarının mevcudiyetinden, yasanın ise yerel olmasından kaynaklanır. Doğru yasa, hukukun evrensel ilkelerine uygun olan yasadır. Yani bu anlamda yasa meşruiyetini hukukun evrensel ilkelerinden alır. Eğer bir yasa hukukun evrensel ilkelerine uygun değil ise veya soyut bir norm olan yasa hükmü onu uygulayan yargıçlar tarafından evrensel hukuk kurallarına aykırı biçimde yorumlanıp uygulanıyor ve buna bağlı olarak bireyin hakkına ulaşması veya hakkını kullanması engelleniyor ise, bu da şiddetin bir türüdür ve herhalde bu şiddetin adını “yasal şiddet” veya “yasanın şiddeti” olarak koymak gerekir.

Savunma hakkı, sadece Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6/b-c maddesi ve Anayasamızın 36/1.maddesi gereğince adil yargılanma hakkı ile hak arama özgürlüğünün vazgeçilmez bir unsuru değil, aynı zamanda yargılama faaliyetini demokratikleştiren de bir unsurdur. O nedenle savunma hakkına saygı ve özen gösterilmeden yapılan her türlü yargılama demokratik olmadığı gibi adil de değildir. Bu şekilde yapılan yargılamaları da herhalde “yargılama faaliyetindeki şiddet” olarak nitelemek gerekir. Yine günümüz Türkiye’sinde kimi yargılamalarda uygulandığı şekliyle sanığın veya avukatının delillerle ulaşmasının engellenmesini, bir tedbir olan tutuklamanın infaza dönüştürülmesini, temel bir insan hakkı olan masumiyet karinesinin türevi niteliğindeki “lekelenmeme hakkı”na aykırı biçimde yürütülen soruşturmaları, basılmamış kitapların imhasına karar verilmiş olmasını da herhalde “yargılama faaliyetindeki şiddet” olarak nitelemek pek yanlış olmasa gerekir.        

Ve son olarak Tolstoy. Dünya edebiyat tarihinin en büyük ustalarından birisi olan, dünya tarihinin geleceğini, bireylerin ahlaki gelişmesiyle siyasi iktidarların ahlaki çöküşünün belirleyeceğine, azınlığın çoğunluk üzerindeki baskısının insanın ahlaki gelişmesine bağlı olarak zaman içinde ortadan kalkacağına inanan Tolstoy, diğer eserlerine oranla çok fazla bilinmeyen ve hatta okunmayan “Sevginin Yasası ve Şiddetin Yasası” isimli eserinde: insani davranış ve alışkanlıklardan olan tahammülsüzlüğün, düşmanlığın, insanın kendi türüne karşı uyguladığı şiddetin sevgisizlikten doğduğunu, asırlardır işlenen katliamların, uygulanan şiddetin, güdülen düşmanlıkların kaynağının sevgisizlik olduğunu ifade ettikten sonra “artık susamam” diyor ve insanları her geçen gün gömüldükleri manevi yozlaşmadan kurtulmak için şiddetin değil, sevginin yasasına uymaya, bu bağlamda inanmış bir Hıristiyan olarak Hazreti İsa’nın “komşunu kendin gibi sev” çağrısına uymaya davet ediyor.

Beni sabırla dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyor, sevgi ve saygılar sunuyorum

Av.V.Ahsen Coşar
Türkiye Barolar Birliği Başkanı

Fotoğraflar


Fotoğraf 1

Fotoğraf 2

Fotoğraf 3

Fotoğraf 4

Fotoğraf 5

Fotoğraf 6

Fotoğraf 7

Fotoğraf 8

Fotoğraf 9

Fotoğraf 10

Fotoğraf 11

Fotoğraf 12

Fotoğraf 13

Fotoğraf 14

Fotoğraf 15